Babası Daniş Karabelen, bambu sırıkların kullanıldığı 1930’lu yıllarda Türkiye sırıkla atlama rekortmeni, daha sonra subay olup Atatürk’ün Muhafız Alayı komutanlığını üstlenmiş, Kore Savaşına katılmış. Annesi  Leman hanım, tenis oynayan, kayak yapan bir spor düşkünü. Amcası Danyal Akbel, Darüşşafaka’nın 1910’larda kurulan ilk futbol takımının oyuncularından. Sonraki yıllarda Altay’da futbol oynamış, Futbol Federasyonu Başkanı ve Beden Terbiyesi Genel Müdürü olarak görev yapmış, spor tarihimizin önemli isimlerinden biri. Bu durumda Erdoğan Karabelen’in de iki ayrı branşta milli formayı giyecek kadar iyi bir sporcu olması adeta kaçınılmaz olmuş. Onunla ilk kez Darüşşafaka Spor Kulübü’nün 100’üncü yıl yemeğinde karşılaştık. Daha sonra Darüşşafaka’nın spor tarihini anlatan kitap çalışmamız sırasında birkaç kez görüştük. Her görüşmemizde enerjisine, nezaketine, insanlarla kurduğu sıcak ilişkiye yakından tanık olduk. Amcası Darüşşafaka mezunu, kendisi de yıllarca Darüşşafaka basketbol takımının formasını giymiş, çalıştırıcılığını yapmış biri olarak, yeşil-siyah renkleri çok seven biriydi Erdoğan abi. Yaz aylarında geçirdiği rahatsızlığın ardından, geride zengin anılar ve onu seven yüzlerce dost bırakarak 9 Kasım’da aramızdan ayrıldı. Kitap çalışması için ilk buluşmamız sırasında hayat hikâyesini, sporculuk anılarını ayrıntısıyla anlattırmıştık. Araya fazla girmeden aktarıyoruz.(Fethi Aytuna, Kasım 2018)

1940’ta, Kayseri’de görev yapan babası ve annesiyle.

Baba Karabelen, amca Akbel soyadını alıyor

Erdoğan Karabelen hayat hikâyesini anlatmaya başlarken babasıyla amcasının neden farklı soyadları aldığını da izah ediyor: “1936’da İstanbul Salacak’ta dünyaya geldim. Anne tarafım Rumeli’den, baba tarafım Kafkaslar’dan geliyor. Babam Daniş Karabelen subaydı. Soyadımız Karabel imiş. Amcam Danyal sert görünümlü bir adamdı. İzmir’de sanat okulu müdürlüğü yaparken çocuklar ona “Karabela” diyorlarmış. Soyadı kanunu çıktıktan sonra bir değişiklik hakkı tanınmış. Babam o sırada Bursa’da görev yapıyor. Amcam bu soyadını değiştirelim diye mektup yazıyor. Atatürk’ün İzmir’e girerken orduları idare ettiği bir tepe var, adı Karabelen. Hem de Uludağ’da müstahkem Karabelen diye bir mevki var. Babam amcama, ‘Biz Karabelen yapıyoruz soyadını, siz de öyle yapın,’ diye mektup yazıyor. Ama o zaman mektuplar bir hafta, on günde ancak gidiyor. Amcam da Akbel yaptık diye mektup gönderiyor. Babam Akbel soyadını beğeniyor, hemen gidiyor nüfus müdürlüğüne ama bir kere değiştirildi artık bir kere daha değiştiremeyiz diyorlar. Neticede amcamların soyadı Akbel, bizim Karabelen kaldı.”

Bir ilginç isim hikayesi de eşi Oya Hanım’le ilgili. Oğul Tolga’nın ifadeleriyle : “Cahide resmi adı ama küçüklükten beri Oya ismiyle çağrılıyor annem. Sevdikleri bir teyzeleri rica etmiş ama isim koyulduktan sonra söylediği için ona da diyememişler adını koyduk diye, Oya diye çağırmaya başlamışlar.”

Erdoğan Karabelen devam ediyor : “Babam da spora çok düşkündü. Sırıkla atlamada Türkiye rekortmeniydi. Basketbolda hakemlik lisansı vardı. Ben küçükken muhafız alayı komutanlığı yaptığı sırada bir gün ofisinden eve dönüyorduk. Burada beni yakalarsan sana çikolata var dedi. Fakat yakalamam imkânsız, meğer ne güçlü adammış. Alayın atları vardı o zaman. Ayaş taraflarında atlar beslensin diye çeltik tarlalarında kamp kurulurdu. Orada köylü çocuklarına karşı amcamın oğlu Can Akbel’le birlikte futbol oynuyorduk. Derken amcam geldi. Hadi ayağımdan topu alın bakalım dedi. Biz hamle ediyoruz, amcam topu ayağıyla bir çekiyor, biz değemedik bile. Annem de sporcuydu. Kayak yapardı. Bandırma’da bir gün bakıyor denizde çocuk boğulmak üzere, hemen atlayıp yüzüyor ve çocuğu kurtarıyor. Onun babası Fehmi Bey de deniz subayıydı.”

Okul maçlarında oynayayım diye basketbol öğretmek istiyorlardı

Erdoğan Karabelen 50’li yılların başında atletizmde lisanslı olarak spora başlamış. Günümüzde pek bilinmeyen bu yanını şöyle anlatıyor: “Spora Fenerbahçe’de atletizmle başladım. 110 engelli koşuyordum. Dekatlon şampiyonuydum aynı zamanda. Çok iyi yüksek atlardım, disk atardım. Herkes Can Bartu’nun önce futbol maçında, sonra basketbol maçında oynadığını bilir. Fakat ben Pazartesi’den Cuma’ya kadar Spor Sergi Salonu’nda basketbol turnuvasında oynadım. Cumartesi Pazar günleri de Dolmabahçe Stadı’nda, Türkiye Şampiyonası’nda dekatlon müsabakasında yarıştım. Onu kimse bilmez. Atletizmde milli oldum. 110 engellide Yugoslavya’da Balkan Şampiyonası’na katıldım. Sarajevo’da koştuğumuz pistin zemini sanki ay yüzeyi gibiydi. Onun dışında Selanik’te yine Balkan Şampiyonası’na katıldım.”

Aslında ortaokul ve lise yıllarında futbol takımında kalecilik yaparak başlamış spora. Tophane Sanat Okulu’nda geleceğin ünlü basketbolcusu Altan Dinçer’le birlikte okumuşlar. “Lisedeyken en az gol yiyen kaleciydim. Penaltıları kurtarıyordum. Altan Dinçer beni Vefa’ya almak istiyordu. Daha basketbol oynamıyordum o zaman. Hatta bir özel maçta oynadım Vefa’da. Şimdi Altan deyince aklıma bir anı geldi. Kadıköy’deki bütün seyircilerle basketbolcular aynı vapurla geçerdi. Biz Altan’la üst kata çıktık. Vapur kalabalık. Modasporlu oyuncular da bir grup halinde ayakta konuşuyordu. İçlerinden biri ‘Erdoğan Altan’ı geçecek,’ dedi. Ben içimden inşallah Altan duymamıştır dedim. Fakat duymuş. Bir müddet durdu, sonra, ‘Evet, evet, Erdoğan beni geçecek,’ diye konuştu. Başlangıçta dediğim gibi basketbolcu değildim. Fakat okul maçlarında oynayayım diye basketbol öğretmek istiyorlardı. Altan beni bir gün Vefa kulübüne götürdü. O gün Ali abi (Uras) çalıştırdı takımı. Öyle hoşuma gitti ki, bana turnike atmayı gösterdi. Yan taraftaki potaya bir hevesle turnike attım. Fakat hızlı gitmişim, duvar çok yakın olduğu için güm diye duvara çarptım. Meğer voleybol ağını germek için kullanılan direk de oradaymış. Kancası kalçama girdi.”

Abi ribaunt ne?

Fenerbahçe’nin atletizm şubesinde lisanslı sporcu olan Erdoğan Karabelen 1952’den itibaren basketbol takımında da yer almış. Onun bir basketbolcu olarak serpilmesiyle, henüz Galatasaray’ın çok gerisinde olan Fenerbahçe basketbolunun gelişmesi adeta paralel bir seyir izlemiş: “Fenerbahçe’nin basketbol takımı o zaman zayıftı. Bakıyorlar benim boyum uzun. O zaman 1.94’tü boyum. Bana sürekli ısrar ediyorlardı takıma geleyim diye. Fakat benim gönlüm atletizmden yanaydı, tek başına mücadele etmek hoşuma gidiyordu. ‘Ben beceremem,’ diye başımdan savıyordum. Cem Atabeyoğlu, basketbol şubesini kuran Muhtar Sencer’in yardımcısıydı. ‘Muhtar, bu çocuk atletizm aşığı, doğrudan basketbol için çağırdığımız zaman gelmiyor,’ demiş. ‘Atletlerin kışın çalışacağı kapalı bir yer yok. Gel basketbol takımıyla koş, sana iyi kış idmanı olur,’ diyelim diye akıl vermiş. Gerçekten eskiden bir Beykoz yüzme takımı vardı, kışın da basketbol takımı olarak devam ederdi. Hatta Türkiye şampiyonu olmuşlardı. O teklifi yaptıkları zaman kabul ettim. İlk idmana herkesten yarım saat önce gittim. Tek başıma kondisyon çalıştım. Sonra takımla idmana başladım. Kimseye ribaunt vermedim. Fast-break oluyordu, hemen depar atıyordum. Bazen atılan şuta tip yapıyordum. Bizim takım kaptanı Sacit Seldüz yanıma geldi, lakabı Şekerim Sacit’tir. ‘Şekerim, senin gibi ribaunt alan Avrupa’da bile yok,’ dedi. ‘Abi ribaunt ne?’ diye sordum. Fakat onların beklediği gibi, gerçekten hoşuma gitti basketbol ve heveslendim. Birincisi, kendimi gösterdim; baktım ki hiç ezilecek bir tip filan değilim. İkincisi, bir muhitin içine girdim çünkü babam 1951’de Kars’a tayin olmuştu. Ben İstanbul’a geldim, Fenerbahçe Stadı’nın yanında bir odada kalıyordum. Hem tahsil, hem spor yapıyordum ama bir muhitim yoktu.”

“Beni bir süre sonra genç milli takım çalışmalarına da çağırdılar. Zamanla cemşat (jump-shot) atmayı filan da öğrendim ama en çok hoşuma giden kısmı koşmak ve ribaunt kovalamaktı. Derken 1952-53 sezonunda Fenerbahçe A takımında oynamaya başladım. Fenerbahçe o güne kadar Galatasaray ile 16 defa oynamış ve hep yenilmiş. İlk defa biz yendik Galatasaray’ı (28 Mart 1954’te İstanbul Teknik Üniversitesi Salonu’nda oynanan ve Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 71-61 mağlup ettiği İstanbul Ligi maçı). Fener’e ilk gittiğim sezon antrenör Feridun Koray acemiyim diye beni yedek takıma koyuyordu. Biz kenarda otururken A takım sürekli sistem çalışıyordu. Oturmaktan sıkılmıştım artık. Ben çıkıyorum dedim. Sacit abi hemen yanıma geldi. ‘Şekerim ben seni çok sevdim, sakın bırakma, bırakırsan çok üzülürüm. İnan ki sen bu takımın yıldızı olacaksın,’ dedi. Neyse ki genç milli takımdaki çalışmalar sayesinde çabucak ilerlemiştim. Milli takımın hocası Samim Göreç’ti. Çok sıkı çalıştırırdı. Herkes yorulduk diye yakınırken ben koşturmaya devam ediyordum. Derken ertesi sezon Samim Göreç Fenerbahçe takımının da antrenörü oldu. Fener-Galatasaray rekabeti milli takıma da yaradı.”

Darüşşafaka’ya söz verirsem dönmem dedim

1957-58 sezonu sonuna kadar Fenerbahçe’de oynamış Erdoğan Karabelen. Bu süre içinde üç İstanbul Ligi, bir Türkiye şampiyonluğu yaşamış. 1956-57’de hem İstanbul, hem Türkiye şampiyonluğunu kazanmışlar. 1958-59 sezonundan itibaren Darüşşafaka’da oynamaya başlamış: “Yedek subay olma vaktim geldi. Askere giden basketçiler garanti Harp Okulu takımında oynardı. Oradan artanlar Tuzla’da Karagücü vardı, oraya girerdi. Biz koyu Fenerli olduğumuz için aklım yine orada oynamaktaydı. Nitekim askerliğimi yaptığım sırada da Fener’de oynadım. Askerden döndükten sonra bir buçuk sene Fenerbahçe’de geçti. Sana iş bulacağız diye vaat vermelerine rağmen bunu yerine getirmediler. O sırada Modaspor’dan cazip bir transfer teklifi aldım. Bana hem maden hissesi, hem de otomobil teklif ettiler. Galatasaray hakem Gündüz Aktuğ vasıtasıyla haber gönderdi. Fenerbahçe’nin yönetimi değişmişti. Yeni yönetim basketbol şubesi başındaki Muhtar Sencer’i görevden almıştı. Yerine basketbolla ilgisi olmayan bir adamı getirdiler. Yine basketbolla ilgisi olmayan yeğenini takıma aldırdı. Adam hiç oynamadı bile. O sırada Darüşşafaka’dan da teklif geldi. Ben Galatasaray, Beşiktaş ve Modaspor Fener’in rakibi olduğu için gitmek istememiştim. Ama Darüşşafaka olunca iş değişti. Basketbol takımıyla Süreyya Yücelge ve Süha Özgermi ilgileniyordu. Takımı Yalçın Granit çalıştıracak dediler. O beni Galatasaray’da görev yaparken de istiyordu. Fener yönetimine, ‘Darüşşafaka’ya söz verirsem, dönmem,’ dedim. Beni yine oyaladılar. Ben de Darüşşafaka’ya gitmeye karar verdim.”

O günlerle ilgili hoş anılar da var: “Yeni Sabah gazetesinde Nezih Demirkent, ‘Erdoğan Darüşşafaka ile idmana çıktı’ diye haber yapmıştı. Süreyya Bey, transfer gerçekleşene kadar beni birkaç gün Büyükada’daki evinde misafir etti. Kendisi avukattı, davaya girmek için gittiği birkaç yere beni de götürmüştü. Bir gün yine İstanbul dışında bir yerdeyiz, karşımıza pat diye Fener’in idarecilerinden Yağcı Ali çıkmaz mı! Süreyya bey ile ikimiz bayağı heyecanlanmıştık ama neyse ki adam olayları bilmiyormuş, durumu anlamadı. Sonuçta Darüşşafaka’ya geçtim. Birinci sene toparlanma senesiydi. O sene yanlış hatırlamıyorsam İstanbul dördüncüsü olduk.  Yalçın Granit’in üzerimde çok emeği vardır. Ribauntlarım filan çok iyiydi zaten ama o bana şahane bir sol el kazandırdı. Bir de faul atışlarını öğretti. O bizi adam ettikten sonra İTÜ’ye geçti.

Yalçın abinin öğrettikleriyle onun takımını yendik

Erdoğan Karabelen’in yeşil-siyahlı formayla mücadele ettiği yıllar, Darüşşafaka basketbol takımının tarihindeki en parlak sayfalara denk gelmektedir: Önce 1959-60’da İstanbul Ligi şampiyonluğu, ardından 1960-61 ve 1961-62’de Türkiye şampiyonluğu. İkinci kez Türkiye şampiyonluğunun kazanıldığı turnuvada, son oynanan İTÜ maçı final mahiyetindeydi. Bu maçı kazanan takım şampiyon olacaktı. Hatta maçın berabere bitmesi de İTÜ’nün işine yarıyordu. Maçın sonunda Erdoğan Karabelen’in sayıya çevirdiği faul atışları 1962 Türkiye birinciliğini Darüşşafaka’ya getirdi. Bu maçın kahramanı, son dakikaları bize şöyle anlatmıştı: “Sezon başında benim mevkimde oynayan birini transfer ettiler, şimdi ismini söylemeyeyim. O sene takımı çalıştıran Osman Kermen bir süre sonra sen takım kaptanısın, en çok fedakârlığı senin yapman lazım, senin yerine o oynasın dedi. Nitekim son İTÜ maçına kadar beni oyuna bir soktu bir çıkardı. O maçta Haşim dahil herkes döküldü. Beş faulle çıkanlar oldu. As oyuncu olarak Nedret’le ikimiz kaldık. Bir sayı gerideydik. Ribaunt aldım. Faul çizgisinde bekleyen Nedret’e attım. Top girmezse ribaunt alayım diye de içeriye doğru koştum. Nedret’e baktım gözleri iri iri açılmış, nefes nefese kalmış. Nedret çabuk yorulurdu. Maçın sonunu getiremezdi. Sonradan öğrendik ki gece uykusunda kalkıp gezermiş. Ben de milli takım kampında buna şahit oldum. Nedret nefes nefese kalınca şut atmayıp topu pat diye tekrar bana attı. Ters adımda kaldım. Bir adım daha atsam steps olacak. Son anda atıp sayıyı yaptım. Onlar tekrar basket attı. Ben topu sürmeye başladım ama Nedret’e verilecek durum yok. Kendi kendime bunu sen atacaksın dedim. Topu soldan sürdüm. Yalçın abi bana sol atışı çok iyi öğretmişti. Sayıyı yaptım. Onlar yine attılar. Topu yine sürdüm. Maç artık bitmek üzereydi. Kenardan ‘İndirin’ diye bağırdılar. İki faulden birini kaçırsam berabere bitecek – o zaman beraberlik de vardı – şampiyonluk gidecek. Beni nitekim indirdiler. Hemen mola aldılar. Bunun bir amacı da benim soğumamdı. Ben atış yapacağım zaman bütün İTÜ seyircisi yan tribünden pota arkasına geçti. Tahta tribünlere ayaklarıyla vurup tepinmeye başladılar. Buna rağmen soğukkanlılığımı bozmadım ve iki atışı da sayı yaptım. Bana düzgün faul atmayı da Yalçın Granit öğretmişti. Yani onun öğrettikleriyle onun takımını yendik ve şampiyonluğu aldık.”

“Avrupa şampiyon kulüplerde ilk defa üçüncü tura çıkan takımdık biz. Fakat şansımıza üçüncü turda karşımıza Avrupa şampiyonu Dinamo Tiflis çıktı. O zaman ilk defa 10.000 kişilik salonda oynadık. Fakat salonun zeminindeki döşemeler oynuyordu. Neticede iki maçta yenilip elendik. Dinamo maçı için Tiflis’e gidecektik. Bize uçakla gitmek daha zor dediler. Önce Moskova’ya gideceksin, oradan Tiflis’e aktarma yapacaksın. Binin trene, Kars’tan geçin dediler. Kars’tan sonra Rusların döşediği geniş hatlı demiryolu vardı. Yataklı trenle yola çıktık. Erzurum’da vardığımız zaman istasyonda bir bağırış, bir gürültü koptu. Ne oluyor diye şaşırdık. Yedek subaylığımı yaparken Oltulu bir çavuşumuz vardı. O herkesi ayaklandırmış. Vali, belediye başkanı, garnizon komutanı, hepsi Darüşşafakalılar geliyor diye bizi karşılamaya gelmiş istasyona. Bizim idarecilerden biri, ‘Erdoğan sen buradan mebus bile seçilirsin,’ dedi.”

Parasız pulsuz şampiyon olduk

1962’de Darüşşafaka’dan ayrılan Erdoğan Karabelen’in beş yıllık Avrupa macerası başlamış. “Ertesi sene Belçika’ya gittim. Oynadığım takım ilk defa Belçika şampiyonu oldu. Orada Barış Manço ile beraberdik. Türkiye’yi tanıtan bir konferans düzenledik. Ertesi sene Almanya’da bir Türk arkadaşımın çalıştırdığı takımda oynadım. Bana önceden söylememişti, meğer takım küme düşmemek için mücadele ediyormuş. Sezon sonunda şampiyon olamadık ama üst sıralarda bitirdik. Ertesi sene Darüşşafaka takımının dağıldığını duydum ve çok üzüldüm. Döndüğümde baktım mahalli kümeye düşmüşler.” Türkiye’ye döndüğünde artık Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi başlamıştır. Bu ligde mücadele eden Modaspor yeni takımı olmuştur. Fakat Darüşşafaka’yla olan gönül bağı, onu mahalli kümeye sürükler:  “1969’da Halit Gürol takımı çalıştırmamı istedi. O eski küçük salonda çalışıyorduk. Nazıma hanımın müdür olduğu dönemde okuldan kovulduk. O vaziyette hemen hepsi Darüşşafakalı olan çocuklarla takımı hazırladım. Hatta ne olur ne olmaz diye ben de lisans çıkarmıştım. Fakat oynamadım, yoksa takımı idare edemiyorsun. O takım terfi maçlarında ikinci lige çıktı. Parasız pulsuz şampiyon olduk, ben dahil kimse para almıyordu. O zamanki kulüp idarecimiz Metin Yersel’di.”

Erdoğan Karabelen basketbol oynamayı bıraksa da spordan ve özellikle basketboldan kopamamıştı. 1976’da, yani 40 yaşındayken Hentbol Federasyonu kurulduğu zaman Spor Akademisi’nde açılan hakem ve antrenör kursunu birincilikle bitirmişti. Daha sonra Büyükada’da çocuklara yönelik açılan basketbol kursunda yüzlerce çocuğu basketbolla tanıştırmıştı. Kursta antrenörlükle yetinmiyor, gençlere orkestra kurdurarak onların sosyal yönlerinin gelişmesini de sağlıyordu. Son yıllarını, çocuklara basketbolun temelini öğretmeye yönelik bir kitap yazmaya adamıştı. Büyük emek harcayarak yazdığı bu kitabı yine kendi imkânlarıyla bastırdı, katıldığı kitap fuarlarında ve okullarda gençlerle buluşturmak için uğraştı.

Büyükada’daki basketbol okulunda minik öğrencileriyle.

Fenerbahçe dergisine verdiği bir röportajda yetiştiricilik yönünü şöyle özetliyordu: “Fenerbahçe’de aralarından İbrahim Kutluay’ın da çıktığı Fenerbahçe Basketbol Okulu ve minik takımını kurdum. İstanbul Üniversitesi’nde kurduğum ve çalıştırdığım kız takımı yıllarca Türkiye şampiyonu oldu. Daha sonra Taçspor basketbol okulunu ve arka arkaya iki kez şampiyon olan hentbol takımını kurdum. Enka, Eczacıbaşı, Modaspor, Arçelik, Otosan, Şişli, TED, Ataköy Deniz Kulübü, Yüksek Denizcilik Okulu, Muhafızgücü, PTT ve şu anda aklıma gelmeyen benzer birçok kulüp ve kurulaşa antrenör, oyuncu, başkan, program yapımcısı ya da uygulayıcısı olarak emeklerim geçmiştir.

Yine Fenerbahçe dergisinde yayınlanan bir başka röportajında 11 sayısının kendisi için önemini şu sözlerle vurgulamıştı: “11 Ağustos’ta doğdum, nüfus kütüğünde hane no 11. Atletizme 11 yaşında başladım, 11 yaşımda ilk rekorumu kırdım, 100 metreyi 11 saniyede koştum. Basketbol yaşamımda hep 11 nolu formayı giydim. İlk resmi maçımda 11 sayı attım. Nişan tarihimde 11 var, evlendiğim ay yine 11.” 11 rakamıyla bu garip ilişkisi son nefesini verdikten sonra da bitmemişti Erdoğan abinin. Onu 11’inci ayın 11’inci günü toprağa verdik.

fa, ök, kk (Kasım 2018)